Korkamıyorum Anne!
- Elif Ekinci
- 22 Ağu 2018
- 3 dakikada okunur
Radikal, Eylül 2010

‘Korku sineması’ etiketli filmlerin insana çağrıştırdıkları, ismiyle müsemma, korkunç olmalı. Ancak korkuyu, yalnızca dehşetengiz yaratıklar ya da vampirler üzerinden algılatmaya çalışmak artık pek de taze bir fikir sayılmaz. Hele de, vampirlerden korkmak bir tarafa, onlara aşık olanların filmlerinin sinemalarda gişe rekorları kırdığı şu dönemde... Yaratık ya da vampirlerdense kafayı din temelli varlıklar ve öteki alemle bozmuş Türk korku sinemasının izleyicide bıraktığı intibaysa çoğu zaman maalesef yalnızca mecazi anlamda ‘korkunç’ olabiliyor. İmkansızlıklar, teknolojik yetersizlikler ya da konu seçimlerindeki basiretsizlik Türk korku filmlerinin, korku ve komedi arasındaki ince çizgide gidip gelmesinin başlıca nedenleri olarak gösteriliyor ama, mütevazı bütçeli ve el kamerasıyla çekilmiş bir korku filminin (Paranormal Activity) inanılmaz gişe başarıları yakalaması da insanı ister istemez konu üzerine düşünmeye sevk ediyor. Bu hafta gösterime giren, Arkın Artaç filmi Üç Harfliler: Marid de bu gidişata bir dur diyecek gibi görünmüyor.
2000’den sonra atağa kalkan Türk korku sineması, daha ziyade ruhani senaryolar üzerinden yürüyedursun, korku türünün mazisi ilginç denemelerle dolu: Türk sinemasının, 1949 yapımı Aydın Arakon filmi Çığlık’la başlayan korku filmi macerası, 1953’te Mehmet Muhtar’ın yönettiği Drakula İstanbul’da’yla devam eder. Ali Rıza Seyfi’nin Kazıklı Voyvoda isimli romanından uyarlanan ve Müslüman bir ülkede çekilen ilk Drakula filmi olma özelliğini taşıyan film, Atıf Kaptan’ın hayat verdiği Drakula’dan korunmak için haç yerine Kuran ve sarımsak kullanılmasıyla hatırlanır. İslamlaştırılmış Drakula uyarlaması Drakula İstanbul’da’nın ardından, uzunca bir süre vizyonda görünmeyen korku filmleri, 70’lere gelindiğinde tekrar canlanır. 1970’te Yavuz Yalınkılıç tarafından çekilen Ölüler Konuşmaz Ki isimli film, dönemin aşk filmleri arasında kaynayıp gider, hemen ardından gelen Metin Erksan’ın, William Friedkin’in 1973 tarihli The Exorcist’inden uyarladığı Şeytan (1974) da seleflerinin akıbetine uğrar ve elle tutulur bir başarı yakalayamaz. Cihan Ünal ve Canan Perver’in rol aldığı, Drakula gibi İslamlaştırılmış bir Hıristiyan korku geleneği uyarlaması olan filmde şeytan, bir hoca tarafından zemzem suyu (?) ve dualarla, ele geçirdiği genç kadının ruhundan çıkarılmaya çalışılır.
Art arda başarısızlıkla sonuçlanan örneklerden sonra 1993’te, Kutluğ Ataman’ın ilk, Türk korku sinemasının ikinci vampir filmi, Karanlık Sular vizyonda pek görünme şansı bulamasa da katıldığı festivallerden olumlu eleştirilerle döner.
2000’li yıllar
2000’lere gelindiğinde atağa geçen korku temalı filmler, Taylan Biraderler’in Okul’uyla başladı denebilir. Doğu Yücel’in Hayalet Kitap adlı eserinden uyarlanan film, esasında bir korku-komedi filmidir ve filmde komedi öğeleri de korku kadar baskındır. Hemen ardından gelen ve yıllar önce bir köyde yapılan bir büyünün yıllar sonra tekrar edilişi ve o sırada köyde bulunan arkeologlara musallat olan cinleri konu alan Orhan Oğuz filmi Büyü’yse, 2000 sonrası dönemde dini motifleri kullanma yolunu açan ilk film olma özelliğini taşıyor. 2004 yapımı, İslam inanışına göre kıyamet günü yaklaşırken ortaya çıkacak bir varlığın konu edildiği Dabbe, Büyü’den sonra yine Hıristiyan korku öğelerinden uyarlanmak yerine İslami temellerde ilerleyen bir diğer film. Aynı şekilde, 2007 tarihli Alper Mestçi’nin Musallat’ı, Hasan Karacadağ’ın 2008 yapımı Semum ve 2009 yapımı Dabbe 2’si de bu ekolün örneklerinden.
Öte yandan, korku filmlerinin art arda çekildiği 2000’li yıllarda, İslami öğeleri odağa almaktansa psikolojik-gerilime meyletmeyi tercih eden ancak Türk seyircisinin ilgisine mazhar olamayan filmler de oldu. Togan Gökbakar’ın bir akıl hastanesinde işlenen cinayetleri konu alan filmi Gen, Mustafa Altıoklar’ın bir seri katil ve şizofreni çevresinde dönen filmi Beyza’nın Kadınları, Biray Dalkıran’ın hayalet çocuk temalı Araf’ı, Tan Tolga Demirci’nin halüsinasyonları baz alan filmi Gomeda’sı ve Taylan Biraderlerin 1999 depreminden kaçan bir ailenin küçük bir sahil kasabasında yerleştikleri evde başına gelenleri anlattığı Küçük Kıyamet’i ilk akla gelenler. Yönetmenleri arasında Çağan Irmak, Uluç Bayraktar, Cevdet Mercan Ve Irmak Çığ’ın olduğu, Amerikan korku sinemasının temel taşlarından ‘lanetli ev’ teması etrafında dönen 13 bölümlük korku dizi-filmi Kabuslar Evi ise bir başka orijinal denemeydi.
Dünya sineması 2000’lerde Türkiye’de sık denebilecek bir zaman aralığıyla korku filmleri çekilirken, dünya sinemasındaki örnekler de kendini çoktan Hıristiyanlık ve vampir temalı korku filmlerinden kurtarıp farklı bir yolda ilerlemeye başlamıştı bile. Bunun en başarılı örneğinin, Türkiye’de de iyi bir gişe başarısı yakalayan Saw/ Testere serisi olduğu söylenebilir. Sıkı bir korku filminin bütçeyle doğrudan alakalı olduğunu savunanlaraysa geçtiğimiz kış gösterime giren, Paranormal Activity, paranın bittiği noktada yaratıcılığın başladığını göstermişti. Hollywood’un taklit etmekten geri durmadığı, korku sinemasının başarılı temsilcilerinin memleketi Uzakdoğu’dan, artık bir kült haline gelmiş The Ring/ Halka ve The Grudge/ Garez de yine son dönemin başarılı örneklerinden. Ancak bu örneklerde de görülen, korku filmlerinde dini temadan uzaklaştıkça artan başarı katsayısı pek kimsenin dikkatini çekmemiş olacak ki, bu hafta vizyona giren Üç Harfliler: Marid de, yine İslami öğelerle amaca ulaşmayı hedefliyor. 10’lu yaşlarında ‘öteki alem’den gelen bir varlığın musallat olmasıyla zor zamanlar geçiren Ayla karakterinin yıllar sonra tekrar aynı kabusu yaşamasını anlatan filmde Gülseven Yılmaz ve Özgür Özberk başrolde. Arkın Aktaç’ın yönetmenliğini yaptığı film, izleyiciyi korkutabilecek mi, korkutamayacak mı ya da gişede nasıl bir başarı yakalayacak bilinmez ancak Türk korku sinemasına kesinlikle yeni bir yol açmayacak, korkutmak din olgusu üzerinden algılanmaya devam ettikçe de bu pek mümkün görünmüyor.
Comments