top of page

Tess Gerritsen: İstiklal'de yürümeyi seviyorum

  • Yazarın fotoğrafı: Elif Ekinci
    Elif Ekinci
  • 22 Ağu 2018
  • 6 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 26 Haz 2019


OT Dergi, Temmuz 2017


ree

Cerrah, Çırak, Hasat gibi romanlarıyla tanıdığımız gerilim yazarı Tess Gerritsen ile romanlarını, İstanbul anılarını ve seri katilleri konuştuk.


2011 ve 2014’te İstanbul’a geldiğinizde imza günlerinizde epey uzun kuyruklar oluşmuştu. Dünyanın bir ucunda romanlarınız için deliren insanlar olduğunu bilmek nasıl bir duygu?

Doğrusu, İstanbul’daki uzun kuyruklar benim için büyük sürpriz olmuştu! Türkiye’de bu kadar okurumun olduğunu hiç bilmiyordum ve çok ama çok etkilenmiştim. Şunu söyleyebilirim ki, Türkiye’de tanıştıklarım, tüm dünyadaki en sıcak, en coşkulu okurlarım.


İstanbul’daki bir söyleşinizde karakterlerinizin sesini duyduğunuzu, hikayeyi size onların anlattığını söylemiştiniz. Bir seri katilin sesini duymak nasıl bir his?

‘Cerrah’ romanındaki seri katil Warren Hoyt’un sesi örneğin, çok rahatsız ediciydi. O romanı yazarken dünyayı onun gördüğü gibi gördüm. O, insanları birer av olarak görüyordu. Bir aslan gibiydi, avını son derece soğukkanlı bir şekilde seçer ve avlardı. Bu, bende şöyle bir etki yaptı: Kendi güvenliğimi daha çok önemsemeye başladım. Ve öğrendim ki; gücünüzü ve özgüveninizi ne kadar çok yansıtırsanız, bir katilin sizi seçme ihtimali o kadar düşer.


İstanbul’dan aklınızda kalan ilginç bir şey, bir anı var mı?

İstanbul’la ilgili sevdiğim çok şey var! Ama en önemlisi insanların arkadaş canlısı, sıcak ve samimi oluşu. Bana her seferinde sanki ailelerinden biriymişim gibi davrandılar. Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçip sokak satıcılarından balık-ekmek yemek İstanbul’la ilgili hatırladığım en güzel şeylerden biri. Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı da ziyaret etmekten keyif aldığım yerler. Beyoğlu civarında da yürüyüş yapmayı seviyorum. Favori restoranım ise Beyoğlu’ndaki Zübeyir Ocakbaşı.


Rizzoli & Isles serisinin yeni kitabı ‘I Know A Secret’ Ağustos’ta yayımlanacak. Yeni hikayeyi nasıl oluşturdunuz?

İtalya’dayken Orta Çağ sanatıyla ilgilenme fırsatı bulmuştum. Katolik azizler zaman zaman resimlerde bazı sembollerle tanımlanıyordu. Bir katil kurbanlarına bu resimlerdeki tasvirler gibi poz verdirse nasıl olur sorusu aklıma ilk orada gelmişti. Kitapta ilk kurbanın gözleri çıkarılıyor; tıpkı St. Lucia gibi. İkincisi oklarla vurulmuş halde bulunuyor; St. Sebastian gibi. Hikaye bu pozlar ne anlama geliyor ve katil ne mesaj vermeye çalışıyor sorusu etrafında şekilleniyor.


Rizzoli & Isles’ı yaratırken ilham kaynaklarınız neydi?

Jane Rizzoli karakterinin ortaya çıktığı ilk kitap ‘Cerrah’tı. Fakat o kitapta önemsiz bir karakterdi. Hatta başlarda onu öldürmeyi düşünüyordum, fakat yazdıkça Jane’i daha çok sevdim ve onu yaşatmaya karar verdim. Başına gelecekleri ben de merak ediyordum. Bu yüzden ‘Çırak’ı yazdım ve Dr. Maura Isles da o kitapla ortaya çıktı. Maura beni büyüledi ve onun hakkında daha fazla şey öğrenmek istedim. Bu yüzden de ‘Günahkâr’ı yazdım. Yani bu seri, benim bu iki kadının başına gelecekleri ve arkadaşlıklarının nasıl ilerleyeceğini merak etmemle ortaya çıktı diyebilirim.


Dizi başladıktan sonra yazdığınız Rizzoli & Isles romanlarında, yazarken gözünüzün önüne dizi oyuncuları mı geliyor yoksa kafanızın içinde kendi Rizzoli & Isles’ınız var mı?

Benim kendi Jane ve Maura’m var ve dizideki karakterler benim tahayyülümden çok daha güzeller! Benim kafamdaki Jane son derece sıradan ve çok da güzel bir kadın değil. Maura ise siyah saçlı ve çok ciddi bir tip.


Rizzoli & Islesromanlarıyla dizi arasında birtakım farklılıklar var. Maura Isles'in ikiz kız kardeşinin dizide üvey erkek kardeşe dönüşmesi gibi... Bu değişiklikleri nasıl yorumluyorsunuz?

Dizinin kendi senaryo ekibi var ve zaman zaman ekranda daha başarılı olacak değişiklikler yapmak durumunda kalıyorlar. Bu tip adaptasyon durumlarında böyle şeyler her zaman olur. Benim için önemli olan bunun benim romanlarımı etkilememesi ve roman karakterlerimin her zaman onları tasvir ettiğim halde kalmalarını sağlayabilmek.


Rizzoli & Isles’ın 7. sezonunun bir bölümünde konuk oyuncu olarak rol aldınız, rol gereği Jane ve Maura ile tanıştınız. Kendi yarattığınız karakterlerle tanışmak nasıl bir histi?

Çok eğlenceliydi! Bu fikri çok zekice bulmuştum.


Rahatsız edici, şiddet dolu sahneler yazmak sizi etkiliyor mu?

Sahneye bir araştırmacı olarak yaklaştığım için, olayları Jane ve Maura’nın gözünden görüyorum. Şiddet genelde sahnenin dışında, okurun görmediği bir alanda yaşanmış oluyor. Jane ve Maura sahneye girdiği anda korkunç şeyler çoktan yaşanmış ve bitmiş oluyor ve onlar sadece ipuçlarını yorumluyorlar. Bence bu benimle şiddet arasına bir nebze de olsa mesafe koyuyor ve sahneleri çok daha kolay yazılabilir hale getiriyor.


Romanlarınızda iki güçlü kadın baş karakterin mücadelelerinin feminist bir yanı da var. Bu özellikle altını çizmek istediğiniz bir şey miydi? Cinsiyet eşitliği konusunda ne düşünüyorsunuz, sizce hâlâ bir problem mi?

Ben yazar olmadan önce bir dahiliye doktoruydum ve her zaman son derece zeki kadınlarla birlikte çalıştım. Dolayısıyla kadınları yetenekli bireyler olarak lanse etmek benim için son derece doğal bir şeydi. Ama kadınların saygı görmek için erkeklerden çok daha fazla çabalamasını gerektiren meslekler de var elbette ve polislik de bu alanlardan biri bence. ‘Cerrah’ı yazarken birçok kadın polisle konuştum ve bana terfi alma konusunda karşılaştıkları zorluklardan bahsettiler. Böyle bir gerçek –maalesef- var.


Doktorluktan yazarlığa geçiş süreciniz nasıldı?

7 yaşımdan beri yazar olmak istiyordum, yazarlık benim her zaman ilk tercihimdi aslında ama babam beni bir şekilde doktor olmaya ikna etmeyi başardı. Yıllar sonra doğum iznine çıktığımda hastaneden ayrıldım ve o süreçte tekrar yazmaya başladım. O sırada gerçekten istediğimin bu olduğuna karar verdim.


Sizin gibi yazarlık hayalleri kuranlara ne önerirsiniz?

Aslında yazarlık, başka bir işle geçiminizi sağlarken yarı zamanlı yapılabilecek bir iş. Doğrusunu söylemek gerekirse iki romanım basılıp satılana kadar doktorluğu bırakmadım. Bu sırada, yalnızca boş vakitlerimde yazabildim. İnsanlara da ilk etapta yazmayı kendi hayat akışlarına uydurmayı öneriyorum. Elbette öncelikle karnınızı doyurmalı ve işinizi elinizde tutmalısınız. Ama her gün bir sayfa yazsanız yılın sonunda bir kitabınız olmuş olur!


Tıbbi gerilim ile biliniyorsunuz ama aslında yazmaya aşk romanlarıyla başlamışsınız. Tarz değişikliğine gitme sebebiniz neydi?

Aşk romanlarıyla başladım çünkü onları okumayı seviyordum. Ama aslında ilk romanlarımda da esrarengiz bir tema her zaman olurdu yani aslında ben hep bir gerilim yazarıydım. Tarzımı -kesinlikle bir aşk romanı olmayan- ‘Hasat’ ile birlikte değiştirdim çünkü yeni şeyler denemeyi seviyorum. Sürpriz bir şekilde ‘Hasat’ bütün romanlarımdan daha çok sattı. Ben de bu yolda devam ettim.


7 dalda Oscar kazanan ‘Gravity’ filminin senaryosu yer yer sizin aynı isimli romanınızla örtüşüyordu. Bu durumu yargıya da taşıdınız. Son durum nedir?

Yıllar önce, ‘Yörünge’ isimli romanımın film haklarını Warner Bros'un bir yan kuruluşuna sattım. Sözleşmeye göre, adım fikrin yaratıcısı olarak geçecekti. Film vizyona girdiğinde ise yazan ve yöneten Alfonso Cuaron her şeyin kendi fikri olduğunu iddia etti. Maalesef mahkemeden, sözleşmem Warner Bros'la değil yan kuruluşuyla olduğu için lehimize bir karar çıkmadı. Çok büyük bir hayal kırıklığıydı.


Playing with Fire’ın tema müziği Incendio’nun bestesi size aitmiş. Müzikle ilişkiniz ne seviyede?

Aslında daha önce de müzisyen arkadaşlarım için besteler yapmıştım. Celtic müziği icra eden bir arkadaş grubum var ve bazılarımız zaman zaman beste de yapıyoruz. Ama tabii ‘Incendio’ biraz daha farklı bir parçaydı; trajik ve müzikal anlamda rahatsız ediciydi ama yazdığım hikayeye tam oturuyordu.


Bu yıl yazarlıkta 30. yılınız. Bu 30 yılda hiç tıkanma yaşadığınız oldu mu?

Her romanımda! Aslında genelde ilk taslağın ortalarında, sonunda ne olacağını bulamadığım zamanlarda başıma geliyor bu durum. Çıkmaza giriyorum, hikayenin nereye gideceğini bilemiyorum. Böyle zamanlarda yazmayı birkaç gün ya da hafta bırakıyorum. Uzun yürüyüşlere çıkıyorum, araba kullanıyorum ya da sadece koltukta yatıp tavanı seyrediyorum. Ve sonunda mutlaka bir çıkış yolu buluyorum.


Garip bir yazma alışkanlığınız ya da toteminiz var mı?

Aslında garip bir alışkanlığım var: Taslaklarımı genelde tükenmez kalemle çizgisiz kağıda yazıyorum. Bilgisayarda yazdığımda ekranda gördüğümü sürekli düzelttiğimi ve bunun da beni yavaşlattığını fark ettim. Bu yüzden taslağı kağıt kalemle yazıp sonra tüm kitabı bilgisayara geçiriyorum.


Polisiye film izlerken sonunu tahmin edebiliyor musunuz?

Çoğu zaman. Çünkü ipuçlarını saklayabilecek bütün hileleri biliyorum!


Bir kitaba başladığınızda sonunun nereye varacağını bilen yazarlardan mısınız?

Neredeyse hiçbir zaman. Genellikle kötü adamı bile romanın yarısında belirliyorum.


Polisiye okur musunuz yoksa yazarken istemeden de olsa esinlenmemek için bundan kaçınır mısınız?

Genelde okumuyorum çünkü her zaman yeni şeyler öğrenmenin peşindeyim.


Büyükanne olmak nasıl bir his?

İki torunum var; biri 3 yaşında, biri de 6 aylık. Onlara tapıyorum! Büyükanne olmak dünyadaki en güzel şey!


Bir Alzheimer kampanyası yürütmüşsünüz, biraz bahsedebilir misiniz, nasıl bir projeydi?

Babamı Alzheimer’dan kaybettim ve bir gün benim de başıma gelmesinden korkuyorum açıkçası. ABD’de 5 milyon Alzheimer hastası var ve bu sayı her geçen gün artıyor. Bu hastalığın tüm aileye verdiği üzüntüyü yakinen biliyorum. Şöyle düşündüm: Ay’a bir insan gönderdik, bu hastalığı neden tedavi edemeyelim? Araştırma fonlarına bağış yapmak için Alzheimer üzerine çalışan saygın bir vakıf olan Scripps Research Institute’ü seçtim ve bağış toplamak için okurlarım arasında bir yarışma düzenledim. Yapmaları gereken tek şey bu vakfa 5 dolar bağışta bulunmaktı ve böylece bir sonraki Rizzoli & Isles romanında bir karaktere isimlerini verme şansı kazanacaklardı. Benim de katkımla beraber 50 bin dolar bağışta bulunduk.


Blogunuzdaki Efes ve Kapadokya üzerine gezi yazıları var. Arkeolojiye meraklı olduğunuzu yazmışsınız, bu merakınız nereden geliyor?

Tıp diplomamın yanı sıra arkeoloji diplomam da var. Gençliğimden bu yana antik uygarlıklara meraklıyım. Türkiye’dekiler de dünyada en iyi korunmuş harabelerden. Bu yüzden oraya her ziyaretimden çok keyif alıyorum.


Şu sıralar neyle uğraşıyorsunuz?

Oğlum Josh ile birlikte ‘Island Zero’ isimli bir korku filmi çektik. Şimdilerde film festivallerinde gösteriliyor. Bir de yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum. Bu seferki epey farklı bir şey: Doğaüstü bir gerilim!

Yorumlar


bottom of page